Nazım Hikmet'in Hayatı

20. Yüzyılda, edebi ve siyasi tartışmalarımızın odağındaki isimlerden biri de, kuşkusuz Nazım Hikmet’tir.

 

 

Nazım Hikmet, yaşadığı fırtınalı bir hayat, gönül verdiği- yazarın deyimiyle dünyanın başına bela olmuş- bir ideoloji ve bu ideoloji mücadelesine adadığı sanatı ile geçen yüzyılın edebi ve siyasi tartışmalarının ana eksenlerinden biri olmuştur.

 

Bu güne kadar hakkında yüzlerce kitap ve binlerce makale yazılan Nazım Hikmet’in, genellikle ideolojik bir pencereden ve belli kalıplar içinde değerlendirildiğini söyleyebiliriz. Geçen yüzyılın siyasi mücadelelerinin karakteristik özelliklerinden bir de aynı insanın birbirine taban tabana zıt kavramlarla anılmasıdır. Geçen yüzyılda insanlar, fikirler, eserler… ait oldukları ideolojik topluluklar içinde anlam kazanmış, değerli bulunmuş, meşrulaşmış ya da tam tersi olmuştur. İnsanlar, düşüncelerinden dolayı “Hain, Vatansever, Gerici, İlerici, Komünist, Faşist….” diye adlandırılırken, onların yazdığı esereler de bu düşünceler temelinde değerlendirilmiştir. İşte böyle bir dünyada Nazım Hikmet de hem “Moskova Ajanı, Komünist, Vatan Haini” hem de “Yurtsever, Devrimci, Kahraman” olarak görülmüştür. Bu dönemde, ideolojilerle özdeşleşen insanların, aynı ideolojiyi paylaşanlar tarafından gözü kapalı kabul edilmesi, onların hatalarının, yanılgılarının fark edilememesine de neden olmuştur ki, bu insanlarda biri de Nazım Hikmet’tir. O da “Vatan Hainliği”
ve “Vatanseverlik” gibi iki zıt kavram arasında gidip gelen önemli edebi simalarımızdan biri olmuştur.

Nazım Hikmet’in Türkiye’den kaçıp “Rüyalarının Memleketi” olan Sovyetler Birliği’ne sığınmasından sonraki hayatına da tanıklık eden, sadece Azerbaycan’ın değil Türk Dünyasının da çok büyük yazarlarından biri olan üstat ANAR, birçok okuyucuyu da çok şaşırtacak bu çelişkiyi şöyle ifade ediyor:

“…O yıllarda Nazım, Türkiye’de birçokları için “Moskova’nın Adamı,” “Türk Düşmanı” idiyse de, Azerbaycanlılar için Türkiye’nin, Türklüğün, Türk dilinin sembolüydü. Nazım’ı bitip tükenmeyen alkışlara gark eden Bakü salonlarındaki dinleyiciler, onun şahsında bir komünizm propagandacısını değil, bize, uzun yıllar hasretini çektiğimiz Türkiye’nin kokusunu, ruhunu getiren, canımız kadar yakın olan Türk diliyle konuşan, ölümsüz şiirlerini Türkçe okuyan bir TÜRK şairini alkışlıyordu. O yıllarda Sovyetler Birliği’nin Türk bölgelerinde özellikle elbette Azerbaycan’da, hiç kimse Türklük ruhunu, Türklük şuurunu Nazım Hikmet kadar yükseltememiştir. TÜRK sözü, Azerbaycan’da halkımızın, dilimizin adı gibi yasaklandığı; Türkiye ile tarih, edebiyat, folklor, soy, adet ve anane birliğimiz hakkında her hangi bir fikrin cinayet sebebi sayıldığı; bizi bağlayan bütün iplerin kopartıldığı; Türkiye sevgisinden dolayı ya da Türkiye’de akrabalarının olduğunu söyleyenlerin katledildiği yıllarda, Nazım Hikmet geniş katılımlı toplantılarda, üstelik en yüksek kürsülerden şöyle diyordu: Ben Türk’üm, siz de Türk’sünüz, ruhumuz, geleneklerimiz bir, halklarımız, dillerimiz  kardeştir…”

Devirlerin, çağların değiştiği; sorulacak tüm soruların cevabını önceden hazırlayan ideolojilerin artık cevaplayamadığı bir takım yeni soruların ortaya çıktığı; ideolojilerin yıkıldığı ve ideolojik kaygıların bertaraf olduğu bir dönemde geçmişe ait olayların daha objektif biçimde değerlendirilebileceğini söyleyebiliriz.

Türk dünyasının tanınmış şair ve yazarı Nazım Hikmet 1902 yılında Selanik'te doğdu Babası Hikmet Bey, annesi Cemile Hanımdır.

Orta eğitimini bitirdiği zaman şiir yazmaya başlayan Nazım'ın ilk şiirlerinden biri 1918'de "Yeni Mecmua" da yayınlandı. Nazım, sık sık onlara gelen Yahya Kemal'e hayran idi. Yazdığı şiirleri ona göstererek fikrini sorardı. Böylece yazdığı şiirlerle kısa zamanda şairler arasında tanınmaya başlayan Nazım Hikmet 1920 yılında "Alemdar" gazetesinin açtığı bir şiir yarışmasında birincilik kazandı. İstanbul'un işgal altında olduğu dönemde yazdığı coşku dolu şiirlerden bazıları vatanın kurtarılması için gençleri savaşmaya davet edecek bağlamda olmuştur
.

Asi bir ruhun sahibi olan Nazım Hikmet 1928 yılında Türkiye'ye geldikten sonra çeşitli dergi ve gazetelerde çalışmaya başladı. 1938 yılında Harp okulunda komünizm propagandası yapmak suçundan 28 yıllık hapse mahkum edildi.

Ceza evinden çıkınca Piraye'den ayrılarak hapis hayatının son yıllarında aşık olduğu Münevver Andaç ile evlendi. 1951 yılında doğan oğluna Mehmet ismini koydu. Ceza evinden çıktıktan sonra da polis tarafından izlenmeye devam ediliyordu. Kendisine karşı böyle davranışlara dayanamayan dahi şair çok sevdiği ülkesini terk etmeye karar verdi. 1951 yılı Haziran ayının 17sinde evinden ayrılarak akrabası Refik Erdura'nın yardımı ile gizlice önce Romanya'ya oradan da Sovyetler Birliği'ne kaçtı ve orada Türkiye'nin aleyhinde faaliyetlerde bulunduğu iddiası ile Türkiye vatandaşlığından çıkarıldı. Böyle olunca Sovyetler Birliği vatandaşlığına geçmek zorunda kaldı. Vatandan aileden ayrı düşmek Nazım Hikmet'e çok acılar verdi. 1952 yılında ağır bir kalp krizi geçirdi. Bir süre tedavi edildi sonra bir çok ülkelere seyahat eden Nazım Hikmet uluslararası ün kazandı. Bu yıllarda gelecek güzel günleri, vatan hasreti ve sevgiyi konu alarak duygu dolu hislerle çok güzel şiirler yazdı  ve şairliğin zirvesine yükseldi. Kalp hastası olan Nâzım Hikmet 1963 yılının başından itibaren ölüme yaklaştığını belirten şiirler yazmaya başladı. Aynı yılın 3 Haziran günü evinde kalp krizi geçirerek yaşama veda etti. Mezarı Moskova'da Novodeviçye məzarlığındadır.

Türk dünyasının büyük şairi Nazım Hikmet 1953 yılında yazdığı "Vasiyet" şiirinde Anadolu'da bir köy mezarlığına gömülmek istediğini vurgulamıştı.


NAZIM HİKMET'İN VASİYET ŞİİRİ

Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.

Hasan beyin vurdurduğu
ırgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.

Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,
tarlalar orta malı, kanallarda su,
ne kuraklık, ne candarma korkusu.

Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz,
toprağın altında yatar upuzun,
çürür kara dallar gibi ölüler,
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.

Ama bu türküleri söylemişim ben
daha onlar düzülmeden,
duymuşum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden.

Benim sessiz komşulara gelince,
şehit Ayşe’yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki de farkında bile olmadan.

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
- öyle gibi de görünüyor -
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder